18 Haziran 2012 Pazartesi

Gece, bazen nefes almak ister,
Gece, bazen soluksuz kalmak ister,
Gece, bazen eteğindeki taşları savurmak ister.
Gece, bazen baştankaraya vurup, sensizliği yırtmak ister.
Ay’ın karanlık yüzümü bizi üzerine çekmişti?
Yoksa ay mı karanlığını bizden almıştı?
Gecenin, en mahrem dokunuşlarını ulu orta sergilemek istediği ve zamanın dizlerini dövdüğü, dermansız vakitlerdi.
Üzerimize örtülen ıssızlığa kadehler kaldırıyorken, akşamın seher vaktinde dibe vurulmaktan korkmayan ve yalnızlığın menzilinde hiçbir zaman ıskaya uğramayan iki yürektik.
Bazen, kendimizden tası tarağı toplayıp, gitmek istiyorduk. Bozguna uğrayan düşlerimize çelme takıldıkça, sabrın sınırlarını zorlayıp, yüreklerimizdeki şeklini ve şemailini kaybetmiş sevdalara, ritmi bozuk sözcükler gönderiyorduk.
Ve eminim ki, kulaklarını olanca hızıyla çınlatıyorduk.
Birbirimizin yüreğinden akan sözcükler, alkolün damarlarımızdaki seyrinden dolayı, darağacımızda zaman zaman asılı kalsa da, içimizdeki özlemlerle koyu bir sohbete dalmıştık.
Dostum, uzun yolların ardında avare bir yüreğe tutunmuştu.
Yalnızlık teninde, karabasan geceleri inletse de, dilinden düşmeyen tek cümlenin şahidiydim. ‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım’ diyordu.
Kadehinden bir yudum alarak, buğulanan bakışlarıyla, ayın parıldayan yüzünü seyrederken, sevdiği adamın adı dilinde tükenmeyen tek heceydi.
Biliyordum…
Böyle vakitlerde sızlayan sessizliğine kimseyi davet etmezdi. Yüreğinin yorgunluğuna, yarım kalmış şarkılardan ezgiler gönderirdi.
Yalnızlığına ise; hiçbir zaman gün yüzene çıkarmadığı, içindeki çocuğun bakir düşleri eşlik ederdi.
Hoyrat yaşamın rüzgârından payını almışlardı. Tedirgindi artık hayalleri, farklı şehirlerde olsalar dahi, aynı pusula ile yön bulma çabası içindeydiler.
Aralarındaki uzun yollar özlemlerini bazen zıvanadan çıkarsa da, bu savrulmanın ertesinde olanca hızıyla yeniden birbirlerinde son buluyorlardı.
Kara kalemle boyanan yazgılarına, zaman zaman gün ışığının halesi vursa da, bir tabloda birbirine teğet geçen, iki kırık çizgiydiler.
Uzakları kendine yakın etmeye çalışan bir kadının, dile gelemeyen sözcüklerinde, bir adamın eskimeyen sureti asılı kalmıştı.
Ondan ayrı kaldığı yetim zamanların efkârı ile sigarasının dumanını içine çekerken, hüzünlerimiz zaman zaman çakışıyordu.
Kumsalın, ışıltılı yüzüne düşen gecenin puslu hali; dalgaların hırçınca ayaklarımıza vurmasıyla, çakır keyif olan yüreklerimizi kendine getiriyordu.
Gökyüzünden üzerimize yağan yıldızlar, genzimizdeki ekşimsi tat kadar buruktu.
Denizin hırçın yakarışlarına, uzaklardan ahenkli bir ses eşlik etmeye başlamıştı.
Piyanistin notalara vuran çığlığını da aramıza davet edince, müziğin dokunuşları, özlenen an’ları sanki ten’e işliyordu.
Sessizliğin farklı dilleri vardı. Bir şekli, bir adabı ve hırçın dokunuşları…
Soluksuz acıyan gece, sırtına yüklediği, viran anları tek tek toparlamak istiyordu.
Umutlarını hangi zamana kilitlemişlerdi?
Anadan doğma şeffaf düşleri, hangi devrik vakitlerin altında ezilmişti?
Savruluyordu rüzgâr, dalgaların geceyi içine çekmesiyle, yüreklerimizde tutunamayan ve yavaş yavaş yüzleri silinen eşkalleri sürgüne gönderiyorduk.
Keza benzer hüzünleri içimizde barındırırken, uykusuz kalmış düşlerimize kadeh kaldırıp, içten içe bir o kadar da ayın parıltısını kıskanıyorduk.
Gittikçe soğuyan acılarımızın ardından, kayıplarımıza bir imza atarak, bu vurgun vakitlerinden gitmek istiyoruz.
Bir süre boşluğa bakarak, gecenin yüreklerimize tokatlarını umarsızca seyrediyoruz.
Hayallerimizden küller savruldukça, aklımızdan geçen sorgulara yeni yetme gidişler hazırlıyoruz.
Geceyi geriye sarıp, ay’ın arsız gülümseyişinden bir parça içimize alarak, çıkmaza uğrayan cevapları kıyamete gönderiyoruz.
Gide gele yakarışlarımızla aşınmış kumsala, kırıklıklarımızı döşerken, tek bir cümle ayın karanlık yüzünde beliriyor…
‘Gözlerinin rengine bir isim bulamadım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder