birini tanımak ya da artık evlenmiş olmak; sonrasını keskin bir monotonluğa bırakan, tek plana sabitlenmiş bir film karesi değil. varmanın değil yolda olmanın önemli olduğu bir yolculuk hali. bazen bir günün diğerine benzemez, bir halin diğeriyle çakışmaz. her zaman çok huzurlu, dengeli ve çok mutlu olman* gerekmiyor. trendy koltuklarında ve karaca yemek takımlarıyla sürekli yemekli misafir ağırlayıp steril hayat gösterimi yaptığın bir altın günü hali hiç değil.
dip dibe dolaşıp da "biz olalım-her adımı birlikte atalım" diye bunaldığım bir yer değil, ikimizden birisi yalnız kalmak istediğinde kimsenin çekelenmediği, baba evinden en sevdiğim yalnızlığımı da valizime koyup getirdiğim bir yer.
bazen kapıların çarpıldığı, bazen hiç konuşmadan anlaşıldığı; sessizliğinde boğulduğun ya da bazen onu mutsuzluğunda boğduğun zamanların olduğu; yüzlerce yıllık kalelerde, bir ortaçağ şehrinin taş merdivenlerinde öpüşürken evrenin susarak kutsadığı, kaybolduğunda ona tutunarak kendini bulduğun bir yol, sıçramalı süreksizlik hali.
dün* birlikteliğimizin sekizinci yıldönümüydü, mutfakta bira yaparak kutladık. ben kazanda malt özütü, şerbetçiotunu karıştırırken o da hortum, huni ve şişelerden bir düzenek hazırlıyordu. durup bize baktım; evlilik albümünün eşsiz fotoğraflarından birisiydi, diğerlerinin yanına ekledim.
tıpkı diğerleri gibi eşsizdi; annemi yoğun bakım odasının kapısında beklerken elimi hiç bırakmadığı fotoğraf gibi, bir mezarın çukuruna yarı beline kadar girip babannesini gömerken gördüğüm gibi, evin bir duvarını tamamen kaplayan ikea kitaplığını saatlerce birlikte oturup monte ettiğimiz gün gibi, karnımdaki bebeğimizi kaybettiğimde elini hiç karnımdan çekmeden uyuyakaldığı gece gibi, birlikte rakı sofraları kurup sonra çok sarhoş olup klozete eğilmiş kusarken kafamı sımsıkı tuttuğu an gibi.
her geçen gün o albüme yeni fotoğraflar ekleyip duruyorum. emin olduğum tek şey; hayatımın geri kalanında sabah uyandığımda ilk bu adamın yüzünü görmek istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder